Sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez.

Sokrates

Yaşanmamış hayat sorgulanmaya değmez.

Amerikalı psikolog Sheldon Kopp

    Yaş aldıkça yapraktan çok ağaç gibi hissetmeye başlarız. Bizi toprağa bağlayan köklerimiz ve sarsılsa da kırılmayan dallarımız olur. Tıpkı meşe palamudunun ağaca dönüşmesi gibi her insanın kendi potansiyeline doğru büyümek şeklinde doğal bir dürtüsü vardır. Ancak hiçbirimiz meşe palamudu değiliz, dolayısıyla büyüyünce meşe ağacı olmayacağız. Ama her birimiz (ömür müsaade ederse) “yirmili yaşlar” dönemini yaşayacağız…
    Ama bazen esen rüzgârlar daha ciddi olabilir. İş yerinde “Kovuldun!” sözünü duymak, ödemeniz gereken borçlar ve ev kredisi varken daha korkutucudur. Ancak daha önce benzer fırtınalara tanık olmuş yaşı daha büyük yetişkinler ve belki bu konu üzerine çalışan yirmili yaşlardakiler sorunların çözülebileceği veya en azından yola devam edilebileceği konusunda kendilerine güvenirler.
    Yaşam diliminde bireyin “Yirmili Yaşlar” döneminin çok önemli olduğunun hepimiz ayırdındayızdır. Nitekim, yaşamımızdaki dönüm noktalarının %80’ini otuz beşimize gelmeden yaşarız. Maaş artışlarının üçte ikisi kariyerimizin ilk on yılında gerçekleşir. Otuz yaşına gelene kadar yarıdan çoğumuz evlenir, sevgili bulur ya da partneriyle birlikte yaşamaya başlar. Kişiliğimiz de yirmili yaşlarımızda daha önce değişmediği kadar değişir, sonraki yıllarda bu denli büyük bir değişim yaşanmaz. Beyin son büyüme hamlesini yirmili yaşlarda yapar. Sosyal çevremiz mümkün olan en geniş seviyesine ulaşır. Kadın doğurganlığı yirmili yaşlarda zirvededir. Yani yirmili yaşlar görüp görebileceğiniz en dinamik dönemdir.
    Bu arada çoğu kişi, şimdilerde iş ve aşk hayatının mevcut ekonomik koşullar nedeniyle geciktiğini kabul edecektir. Hayatımızı eskisinden daha geç kuruyoruz diye otuzlar bugünün yirmileri olmuyor, emin olabilirsiniz. Bu anlayışın aksine yirmili yaşlar, faydasız boş zamanlar değil, bir kere yaşanan tatlı bir gelişim dönemidir.
    Gençlik yıllarında gerçekleşen evliliklerin, evlilikler arasında en istikrarsızı olduğu biliniyor ve bu bilgi olgunlaşma evresinin yirmili yaşlarda devam ettiği gerçeğiyle bir araya geldiğinde, evlilik için “ne kadar geç o kadar iyi” inancı ortaya çıkıyor. Halbuki araştırmacıların bulduğu şey tam olarak böyle değil. En son araştırmalar, görece daha geç evlenmenin boşanmayı engellediğini gösteriyor olabilir, ancak bu koruma, yirmi beş yaşına kadar geçerli. Yirmi beşten sonra, kişinin evlilik yaşı, boşanmaya dair bir şey söylemiyor. Bu bulgular, evliliği mümkün olduğunca ertelemenin tartışmasız daha doğru olduğu fikriyle ters düşüyor. Yaşça büyük eşler daha olgun olabilir, fakat geç evliliklerin de kendine göre zorlukları var.
    Bu konuda sosyal saha araştırmaları bağlamında fikrine başvurulan bir denek şu ifadeyi vurgulamakta: “Yirmili yaşlarımda flört etmek benim için sandalye kapmaca oyunu gibi bir şeydi. Herkes etrafta koşturuyor ve eğleniyordu. Sonra otuz yaşına girdim ve müzik bir anda durdu sanki, herkes oturmaya başladı. Sandalyesiz kalan tek kişi olmak istemedim. Bazen eşimle otuz yaşımdayken bana en yakın sandalye olduğu için evlendiğimi düşünüyorum. Bazen bana daha uygun birini beklesem daha iyi olurdu diyorum ama o zamanlar bu seçenek riskli gibiydi. Keşke evlilikle ilgili daha önce düşünmeye başlasaydım. Mesela yirmili yaşlarımdayken.”

Bugünkü Tema: Yirmili Yaşlar ve Önemi

    “Meslektaşlarımdan biri, yirmili yaşları, New York’tan kalkıp batıya giden uçaklara benzetiyor. Kalkıştan hemen sonra rotada küçük bir değişiklik yapmak, Alaska’ya mı yoksa Fiji’ye mı ineceğinizi belirliyor. Aynı şekilde yirmili yaşlarda yapacağımız küçük bir değişiklik, otuzlu yaşlarımızı ve sonrasını ciddi biçimde değiştirebilir. Yirmiler, havadaki türbülanslı zamanlardır ama yönümüzü bildiğimiz takdirde, biraz zaman alsa dahi, hayatımızın başka hiçbir döneminde olmayacağı kadar ilerleyip hızlanabiliriz. Yirmili yaşlar, yaptıklarımız ve yapmadıklarımızın, sonraki yılları, hatta nesilleri muazzam biçimde etkileyeceği, oldukça önemli zamanlardır…” derken, Yirmili Yaş Dönemini masaya yatıran Meg JAY’in, ülkemizde ilk basımı 2024’de yapılan “Hayatımızı Şekillendiren 10 Yıl–The Defining Decade” adlı eserini derledim ve öne çıkan bazı paragraflarını aşağıya aktarıyorum.
    Başkalarının bizden daha iyi işleri, daha güzel vücutları, daha güzel kıyafetleri, daha iyi sevgilileri, daha iyi tatilleri, daha iyi yaşamları ve daha iyi başka şeyleri olduğunu gördüğümüzde, doğal olarak olduğumuz kişi ve sahip olduklarımız konusunda kendimizi kötü hissederiz. Dünyadaki konumumuzu belirlemeye çalışan beynimizin, milisaniyeler içinde verdiği son derece doğal bir tepkidir bu. Bu nedenle, sosyal medya hesaplarınıza girip ekran kaydırmaya başlamadan önce şunu unutmayın: Kıyaslanmak sizi mutsuz kılar…
    Umut iyi bir kahvaltı, kötü bir akşam yemeğidir,” derler. Umut, yirmili yaşlardakilerin sabahları yataktan kalmasını sağlamak açısından faydalı olabilir ama bu gençlerin, gün sonunda iyimserlikten fazlasına ihtiyacı olacak çünkü yirmili yaşlarının sonunda oyalanma mecraları ve plak koleksiyonlarından daha fazlasını isteyecekler. Yirmilerindeki pek çok genç, hayatın otuzdan sonra hızla yoluna gireceğini varsayıyor, bu varsayım gerçekleşebilir elbette ama yine de farklı bir hayat olacak. Yirmilerde hiçbir şey olmasa bile, otuzlarda her şeyin hâlâ mümkün olduğunu düşünürüz. Şimdi karar vermesek bile, tüm seçeneklerin sonrası için de geçerli olacağını zannederiz. Halbuki seçim yapmamak da bir seçimdir.
    2019 yılında Instagram ünlülerinin %85’i on sekiz ile otuz beş yaş arasındaki kişilerden oluşuyordu. Yani yirmili yaşlardaki insanlar gün boyunca telefonlarına bakıp yaşıtlarının hayatlarının en güzel dönemlerini yaşadığını görüyor. Bu ünlüler hem de üzerlerinde mayolarıyla bir taraftan da para kazanıyor. Çocuk ünlüler ve normal çocuklar, çocukluklarını yirmili yaşlarındaymış gibi geçirirken, olgun yetişkinler ve “Real Housewifes” takilere özenen kadınlar ise kendilerini yirmi dokuz yaşında gibi gösteren kıyafetler giyip ona göre makyaj yapıyorlar. Gençler daha yaşlı, yaşlılarsa daha genç görünmeye çalışarak yetişkin yaşam süresini sadece yirmili yaşlardan ibaret uzun bir yolculuğa dönüştürüyor. Hatta gençlik döneminden ölüme kadar aynı şekilde ve aynı hızda yaşamayı ifade etmek için amortalite diye yeni bir sözcük bile türetildi.
    Birinin etrafında ne kadar çok bulunursak, o ölçüde deneyim ve güven paylaşımı olacağı için bağımız güçlenir. Çocuklukta güçlü bağlar, ailemiz ve en iyi arkadaşlarımızla kurulur. Yirmili yaşlardaki güçlü bağlar, kentsel kabilemizi, oda arkadaşlarımızı, sevgilimizi ve diğer yakın arkadaşlarımızı da kapsayacak şekilde genişler. Zayıf bağlar ise, tanıştığımız veya bir şekilde bağlantılı olduğumuz, fakat şu anda iyi tanımadığımız kişilerle kurulur. Ara sıra konuştuğumuz iş arkadaşları veya sadece selam verdiğimiz komşular da bu gruptadır. Hepimizin buluşmaya niyet edip de bir türlü buluşamadığı tanıdıkları ve yıllar önce bağlantıyı kopardığı arkadaşları vardır. Zayıf bağlar aynı zamanda eski işverenlerimiz veya hocalarımız ve yakın arkadaşlığa terfi etmemiş, yani güçlü bağlarımızın olmadığı tanıdıklarımızla kurduğumuz ilişkiyi de kapsar. Peki, neden bazı insanlarla güçlü bağlarımız var? Bir asırlık sosyolojik araştırma ve binlerce yıllık Batı düşüncesi “benzerliğin bağlantıyı beslediğini” gösteriyor. Hemofili ya da “aynı olana duyulan sevgiden” ötürü “Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” denir. Bu bakış açısıyla da denilebilir ki, okul bahçesinde de toplantı odasında da herkesin kendine en çok benzeyenle yakın ilişkiler kurma olasılığı daha yüksektir.
    Birlikte yaşamak bir tür evlilik testidir. Halbuki bu düşünce, yaygın olduğu kadar yanlış da bir varsayımdır. Son elli yılda evlilik oranı düşerken birlikte yaşama oranı arttı. 1970 yılında on sekizle otuz beş yaş arasındaki insanların yaklaşık yüzde 1,5’i evli olmadıkları halde partnerleriyle birlikte yaşıyordu. 2018 nüfus sayımı verilerine göre bu oran yüzde 15’e kadar çıkıyor.
    Peki, birlikte yaşama etkisi neden kaynaklanıyor? “Satın almadan önce dene” yaklaşımının mutlu bir ilişkiyi garanti etmemesinin sebebi ne? Çünkü tek bir birlikte yaşama etkisinden bahsetmemiz mümkün değil. Elbette evlenmeden önce birlikte yaşayan her çiftin sonunda mutsuz bir evlilik yaptığını iddia edemeyiz, ne de evlenmeden önce birlikte yaşayan her çiftin hayatlarının sonuna kadar evli ve mutlu yaşadığı söylenebilir. Birlikte yaşamanın ilişkinize etkisi birlikte yaşayıp yaşamamakla değil, birlikte nasıl yaşadığınızla ilgilidir.
    Özgüven içten dışa doğru gelişmez. Aksine dıştan içe doğru gelişir. İnsanlar iyi yaptıkları şeyleri başkalarına gösterebildiklerinde içteki kaygıları azalır, özgüvenleri artar. Sahte özgüven kendimizden şüphe etme hissimizi bastırmaktan kaynaklanır. Boş özgüven öğle aralarında anne babalarımızdan duyduğumuz basmakalıp sözlerden gelir. Gerçek özgüvense hakimiyet deneyimleriyle ilgilidir, yani zor durumları bizzat aşarak deneyimlenen başarı anlarından. İster aşktan ister işten bahsediyor olalım, güvensizliği silip atan özgüven deneyimden gelir. Tek yol budur. Özgüven, bir işi bitirmek için kendinize itimat etmek demektir. Bu iş topluluk önünde konuşma, satış, öğretmenlik veya asistanlık olabilir, hiç fark etmez. Özgüven yalnızca işi daha önce birçok kez yapmış olmaktan gelir.
    Kişilik araştırmacıları arasında insanların otuz yaşından sonra değişip değişmediğine dair uzun yıllardır devam eden hararetli bir tartışma var. Oransal olarak konuşmak gerekirse çok sayıda araştırma değişmediğimizi gösteriyor. Otuzdan sonra düşüncelerimiz, duygularımız ve davranışlarımız tamamen sabit kalır. Dışa dönük olanlar dışa dönük olmaya, özverili olanlar ise özverili olmaya devam ederler.
    Sonuç olarak bugünün anne babaları geçmişin anne babalarına kıyasla daha yaşlı ve daha eğitimli. 1970’lerde ilk kez anne olacaklar ortalama yirmi bir ve ilk kez baba olacaklar ortalama yirmi yedi yaşındaydı. Bugün ortalama ebeveyn olma yaşı, kadınlar için yirmi altı, erkekler için otuz bir. Bu sayılar kentlerde üniversite eğitimi alanlarda daha da yüksek, ilk kez anne olacak kişilerin ortalama yaşı otuz ve üstü. ABD’de bebeklerin çoğunu hâlâ “doğurganlığının en yüksek olduğu yıllarda” yani yirmi ila otuz dört yaşları arasındaki kadınlar doğurur. En çok değişen şey, bu yaşlardan önce ve sonra olanlardır. Etnik kökenler arasında, onlu yaşlarda gerçekleşen doğumlar azaldı, anne olma yaşı ortalaması yükseldi. Otuz beş ile otuz dokuz yaşları arasında çocuk sahibi olmayı tercih eden kadın sayısı son otuz yılda yaklaşık yüzde 50, kırk ila kırk dört yaş arası kadınlarda ise yüzde 80 civarında arttı. Otuz beş yaşın üzerindeki annelerden doğan bebeklerin sayısı onlu yaşlardaki annelerden doğan bebeklerden fazla.
    Biyolojik açıdan çoğu kadın için yirmili yaşlar çocuk sahibi olmanın en kolay olduğu zamanlardır. Doğurganlıktaki bazı düşüşler yaklaşık otuz yaşında başlar, otuz beşte bir kadının hamile kalıp doğurma yetisi önemli ölçüde düşer. Kırk yaşında doğurganlık dikey olarak azalır. Bunun nedeni otuzlu ve kırklı yaşlardaki her kadının yaşına bağlı iki değişikliktir: Yumurta kalitesi düşer ve hormonları düzenleyip vücuda hamileliğe nasıl devam edileceğini söyleyen endokrin sisteminin verimliliği azalır. Bu değişiklikler hamilelik olasılığını azaltırken düşük yapma olasılığını artırır. Düşük kaliteli yumurtalar, tutunma ve olgunlaşma konusunda sorun çıkarır. Yumurta bağışıyla elde edilen iyi ya da genç yumurtalar bile düzeni bozulan hormonlar nedeniyle zarar görebilir. Fakat doğurganlığın kadınlarla ilgili bir mesele olduğuna karar vermeden önce erkeklere de bakalım. Erkeklerin de işleyen bir biyolojik saati var. Testis fonksiyonu ve sperm kalitesi de yaşla birlikte azalır.
    İyi bir yaşamın formülü yok, doğru ya da yanlış yaşam diye bir şey de yok. Ama seçimler ve sonuçlar var. Bu yüzden yirmili yaşlardaki gençlerin ileride karşılarına neyin çıkacağını bilmesi gerek. Bilirlerse geleceği yaşamaya başladıklarında kendilerini iyi hissedecekler. Yaşlanmanın en güzel yanı hayatınızın nasıl yoluna girdiğinin farkında olmaktır, özellikle de her gün içine uyandığınız yaşamı seviyorsanız. Yirmili yaşlarda hayatınızı nasıl yaşadığınıza dikkat ediyorsanız, gerçek zafer günleri ileride sizi bekliyor olacak.

Paylaşımımı Psikolog Jordan Peterson’un özlü bir tümcesiyle sonlandırıyorum: “Kendinizi diğerleriyle kıyaslamayın, kendinizi dünkü sizle kıyaslayın!”

Derleyen ve Yazan Halit Yıldırım, Antalya